28 Mayıs 2011 Cumartesi

Feminizm ve Ekoloji

Kadınlar erkeklerden daha mı "yeşilci"? Bazı feministler, kadınların doğayla daha özel bir bağı ve bunun sonucunda çevre sorunlarına daha duyarlı bir yaklaşımı olabileceğini savunuyorlar. Aslında bu duruşun tarihi, modern çevreci hareketin doğuşuna dayanıyor.
Hindistan’da, 1970’lerde, kesilmelerini önlemek için ağaçlara sarılan kadınların örgütlediği pasif direniş hareketi Chipko, ekolojik mücadelenin, güneyin yerli kadınları için gündelik yaşamın bir parçası olduğunun göstergesiydi.Bu sosyal gerçeklik, eril kötü kalkınmanın doğayı pazar ekonomisi olarak görmesinin karşısında, gelecek kuşaklar için direnen kadın imajını oluşturdu. Ancak, ekofeministler, Chipko hareketiyle bu kadar heyecanlanırken, aslında kadını, eğitim, kariyer ya da politik bir kimlikten uzakta bırakarak, eski rolü içinde, tarlada çıplak ayaklı halde bırakmış olmuyorlar mıydı?


Kadınlar erkeklerden daha mı “yeşilci”? Bazı feministler, kadınların doğayla daha özel bir bağı ve bunun sonucunda çevre sorunlarına daha duyarlı bir yaklaşımı olabileceğini savunuyorlar. Aslında bu duruşun tarihi, modern çevreci hareketin doğuşuna dayanıyor. 1968’de, Alman tıpbilimci Paul Ehrlich, gelecekteki kaçınılmaz nüfus patlamasını öngören “The Population Bomb” (Nüfus Bombası) adlı kitabında, doğurganlığı kontrol altına almanın tek çare olduğunu belirtmişti. Birkaç yıl içerisinde, kadınların doğurganlıkları üzerinde irade sahibi olmaları gerektiğinin altını çizen feminist düşünce, erkek egemen zihniyeti, kadını, doğurganlığı yoluyla çaresiz bırakmakla suçlamaktaydı. Doğum kontrolü ve kürtajın, kadınlar için ulaşılabilir olması, kadınları özgürleştirirken, dünyayı aşırı nüfustan kurtaracaktı. İşte, kadınlarla çevrecilik arasındaki ilk bağ, Fransız feminist Françoise d’Eaubonne’un, kadınların, demografi kontrolünü ele alarak vücutlarının hakimiyetini geri kazanma mücadelesini “ekofeminizm” olarak tanımlamasıyla kuruldu.

Amerikalı çevreciler, ekofeminizm tanımına daha farklı anlamlar da kattılar. 60 ve 70’lerde Amerika’da önce “Sessiz Bahar” kitabıyla Rachel Carson, sonra, Lois Gibbs, Donella Meadows, Almanya’da Petra Kelly, İngiltere’de eylemleriyle “Women for Life on Earth” (yaşam için kadınlar) grubu önemli çevreci figürler halini aldı.

Doğayı alt etme, yeryüzünü istismar etme eğilimindeki bilim ve aklın ise, her zaman eril niteliği vurgulandı. New Age ve ekofeminizme göre, Aristo’nun ussallığı erkekliğe mal etmesinden ve iki binyıllık süreçte gelişen medeniyetin kadına tanıdığı ikincil rolden sonra, Aydınlama çağı da, yine eril bir proje olarak, doğayı sömürülebilir kaynaklara indirgemekten, teknolojisi ve fabrikalarıyla, aklı yücelterek yeryüzünü tahrip etmekten geri durmadı.

1970’lerin ekofeministleriyse kadınların “ellerinin temiz” olduğunu vurguluyordu. Doğayı bunca zamandır tahrip eden ussallığın ardından, kadınlar, erkek egemen düzenin iddia ettiği gibi daha içgüdüsel ve sezgisel varlıklarsa, kesinlikle, dünya ve doğaya yapılanların çaresi olacaklardı. Kadının doğanın ritmiyle derinden bağlantılı olduğu hissinden yola çıkan bu tez, kadınları, ekolojist mesajın sorumlusu konumuna çıkarıyordu.

Hakları için savaşan feministlerse, ekofeministlerin bu tezleri karşısında dehşete düşmüştü. Ekofeminizmin haykırdığı şey, ataerkil klişeler trafiğinin ta kendisiydi; çünkü proje, kadınlara edilen tarihi hakareti, bu sefer iltifat olarak sunmaktaydı. 19. yüzyılda kadınların yaşam biçimini evle sınırlayan “ayrı küreler” (separate spheres) ideolojisini, kadınların kapatıldığı kafesi övgü yaldızıyla süsleyerek, haklı çıkarmaktan başka bir şey yapmıyordu.

Bu sırada ekofeministler, Dünya Bankası’nın kalkınma programlarının uygulandığı üçüncü dünya ülkeleriyle ilgilenmeye başladılar. Buralarda, yerleşimleri viran eden barajların kurulup, ihraca yönelik endüstriyel tarımın geliştirilmesini, ormanların yok edilmesini eleştirerek, bu “kötü kalkınma” ve uluslararası sömürücü kapitalizmin, toplumları ve ekolojik açıdan sürdürülebilirliği zarara uğrattığına dikkat çektiler.

Öte yandan, ormansızlaşma, iklim değişikliği gibi çevre sorunları sonucu, sosyal statülerinin ve toplumsal rollerinin aşağılığı nedeniyle, yangın, sel, kuraklık, hastalık ya da gıda kıtlığı durumlarından, kadınlar, çok daha ağır etkileniyorlar.Women’s Environmental Network’ün (WEN) bir raporuna göre iklimsel felaketler sonucu, yılda dört bin beş yüz erkek ve on binden fazla kadın ölüyor. Doğal felaketlerle göç eden mültecilerin %80’ini kadınlar oluşturuyor. Yani kadın-doğa ilişkişinin romantik yorumunun ötesinde acı bir gerçekliği de söz konusu.

Çevre konusunda politik eylemler açasından olayı irdelediğimizde ise , çevreci örgütlerin yönetimlerinde genelde erkekler yer alsa da, yerel düzeyde, belirli bir çevre tehdidine karşı mücadelede, kadınların katılımları veya önderliklerinin erkeklerden çok daha fazla olduğunu görüyoruz.

Peki cinsiyetler arasındaki bir farkı kabul etmek, ataerkil klişeleri hortlatır mı? Çevreci mücadelenin yönetiminde erkeklerin bulunduğu, kadınlarınsa özgeci bir tutumdan öteye gitmedikleri düşünülebilir mi?

Kadınların gittikçe artan çevre duyarlılığına ilişkin, Shannon Hayes, “Radical Homemakers” adlı kitabında, bazı kadınların, kariyerlerinden vazgeçerek, yeni kuşaklar için sürdürülebilir bir yaşam tarzını benimsediklerini, evlerinde, bahçelerinde üreterek, çevreci ev hanımlarına dönüştüklerini anlatıyor. Ekolojik bir hareket olarak, bu durumun aile içinde gelir dengesizliğine yol açmayacağını, kadınların yeniden ezilmeyeceğini ve “ayrı küreler” ideolojisinin tekrar canlanmayacağını; yani ekofeminizmin kadınlar için bir tuzağa dönüşmeyeceğini iddia etmekse çok kolay olmasa gerek.

Le Monde Diplomatique

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Orman - Ekoloji - Çevre Ekosistem - çevre,doğa,bitkiler,canlı yaşamı